Kozmik Plan

Kaza ve Kader Hakkında

Kaza ve Kader Hakkında

     

Kaza ve kadere dair soruların her biri makul bir şekilde cevaplanması ve çözüme kavuşturulması gereken birer problem olarak karşımızda durmaktadır. Şayet gençlerin kafalarında oluşan soru ve sorunları belli ölçülerde açıklığa kavuşturarak cevaplayabilirsek, onların kader inançlarının sağlıklı bir şekilde gelişmesine yardımcı olabiliriz.

Kaza ve kadere iman, dinimizin inanç esaslarından biridir. Amentü cümlesinde yer alan, “ve bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ” ibaresi bu gerçeği ortaya koymaktadır. Yani “Kaderin hayrının da, şerrinin Allah’tan olduğuna iman ettim.”

Kader ve kaza inancı, genç veya yaşlı hemen herkesin kafasını en çok meşgul eden konulardan biridir. Bir başka ifade ile inanç esasları içerisinde anlaşılması ve anlatılması en zor olanıdır. Bunun bir sebebi konunun soyutluğu ve delil aranmaksızın kesin inanmayı gerektirmesidir. Kader hakkında konuşurken dikkatli olunması tavsiye edilmiştir. Çünkü zemini epey kaygandır, nice akıllı kimseler dahi onun uçurumuna yuvarlanmıştır.

Kaza ve kader nedir?

Kaza ve kader ‘kelam ilmi’nin konusudur. Kaza ve kaderin tarifini Ehl-i Sünnet’in akaid imamlarından Ebu Mansur Mâturîdî rh.a. (v. 333/944) şöyle yapmaktadır:

“Kader, ezelden ebede kadar olacak, meydana gelecek, olup biten bütün olaylara hakim olan küllî ve ilahi bir hükümdür. Ezelde verilen bu ilahi hükmün yokluktan fiil haline gelmesine de kaza adı verilmiştir. Yani kader, Cenab-ı Hakk’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak, iyi kötü her şeyin oluş zamanını, yerini ve her türlü özelliklerini ezelde bilmesi, öylece takdir ve tespit etmesidir. Kaza ise, zamanı gelince ezelî ilmine ve takdirine uygun olarak eşya ve olayları yaratmasıdır.”

Bu tariften anlaşıldığına göre, kader yüce Allah’ın İlim ve İrade sıfatının bir tecellisi, kaza da Kudret ve Tekvin (yaratma) sıfatının eseridir.

Kaza-kader kelimeleri dinî literatürümüzde hep bir arada ve böyle kullanılmıştır. Halbuki bu açıklamaya göre önce kader, sonra kaza gerçekleşeceğinden “kader-kaza” şeklinde olması gerekirken, Türkçe’nin söyleyiş özellikleri “kaza-kader” şeklinde okunmasını gerektirmiştir.

Kader hakkında sorular

Bazı insanlar, başlarına gelen işlerin iyi ve olumlu olanlarına sevinirler. Buna karşılık, sıkıntı veren, arzu etmediği biçimde sonuçlanan işlerden ise şikayetçi olurlar. Bazen de olumsuzlukları alın yazılarının veya kaderlerinin kötülüğüne vererek feleğe kahrederler. Bu gibi işlerden neden sorumlu tutulduklarını anlayamazlar ya da anlamak istemezler. Sonuçta alın yazılarına/kaderlerine lanet ederler. Bazıları “Kaderim bu imiş, ne yapayım?”, “Alın yazımda bu da varmış, elden ne gelir?!..” derken, başka bazıları ise inanç zafiyetinden dolayı ve isyan halinde; “Olmaz olsun böyle kader!..” “Lanet olsun böyle alın yazısına!..” gibi ifadelerle kaderlerine lanet okur ve isyan ederler.

Az buçuk kader hakkında bilgisi olduğunu zanneden gençler de, “Benim ne yapacağımı Allah önceden nasıl bilip yazıyor? Öyle ise, yaptıklarımdan sorumlu olmamam gerekmez mi?” diyorlar. İşte bu ve benzeri soruların her biri, makul bir şekilde cevaplanması ve çözüme kavuşturulması gereken birer problem olarak karşımızda durmaktadır. Şayet gençlerin kafalarında oluşan bu tür soru ve sorunları belli ölçülerde açıklığa kavuşturarak cevaplayabilirsek, onların kader inançlarının sağlıklı bir şekilde gelişmesine yardımcı olabiliriz.

Furkan suresinin 21. ayetinde “Her şeyi yaratıp nizam veren ve her şeyin varlığını bir ölçüye göre belirleyen O’dur.” buyrulmaktadır.

Kâinatın nizamı: Kozmik kader

Elbette yüce Allah kâinat hakkında, varlığın işleyiş düzeniyle ilgili ezelî ilmiyle bir ölçü bir nizam koymuştur. Buna bağlı olarak da sınırlar belirlemiştir.

“Gece de onlar için bir ibret alametidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir. Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yâsin 37-40)

Ayet-i kerimeye dikkatle bakıldığında, yüce Allah’ın takdiri, sınırlaması ve nizamı çok daha iyi anlaşılır. Yıl boyunca gece ve gündüzün uzayıp kısalması, aydınlıktan sonra karanlığın, ardından aydınlığın gelmesi, Güneş’in kendi yörüngesinden bir derece olsun sapmaması, Ay’ın yörüngesinde ilerlerken insanlara zaman ölçümünde yardımcı olması için belirli şekillere girmesi yüce Allah’ın nizam ve takdirine, daha açık ifadeyle kadere göre olmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in daha pek çok ayetinde kader meselesine doğrudan ya da dolaylı işaret edilmiştir (Rad 8, Hicr 21, Mürselat 20-22, Kamer 49). Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılacağı üzere, insanın yaratılmasından önce, onun nasıl hareket edeceği, ne yapacağı veya yapmayacağı tarzında değişmez bir şekilde önceden yazılmış çizilmiş ve hatta halk arasında ‘alın yazısı’ diye isimlendirilen, şarkılara türkülere ‘silinmez alın yazısı’ olarak girmiş bir kader anlayışından söz edilmemektedir.

İlahi takdir ve insan iradesi

Evet, insanların bir kısmı kaderi, Allah’ın kullarını, onlar için takdir ve tayin edilen kadere göre zorlaması şeklinde zannetmişlerdir. Eğer kaderi insan hakkında yazılıp çizilmiş bir hüküm olarak kabul edersek, Cenab-ı Hakk’ın insanlara lütfettiği cüz’î iradeyi, akıl, idrak ve ihtiyarı (tercih kabiliyet ve hakkını) inkâr etmiş ve ‘Cebriyye Fırkası’ gibi düşünerek Ehl-i Sünnet inancından uzaklaşmış oluruz.

Akıl, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, faydalıyı zararlıdan, hayrı şerden ayırma kudretidir. İdrak ise, iyiyi kötüye, güzeli çirkine, faydalıyı zararlıya, hayrı şerre tercih etme kabiliyetidir. O kudrete ve bu kabiliyete cüz’î irade adı verilmiştir. Ateş yakıcıdır, iğne batıcıdır. Akıl bunu böyle ayırt eder. Buna rağmen insan kendisini ateşe atarsa, yahut hatası sebebiyle iğneyi kendine batırırsa suç kimindir; ateş ya da iğnenin mi?! Elbette suç ne ateşte ne de iğnede; sadece insanda.

O halde kaderi, kulların kendi irade ve istekleriyle (cüz’î iradeleriyle) yaptıkları, işledikleri ve kendilerine mal ettikleri işleri, Allah Tealâ’nın daha önceden bilmesi ve o bilgisine göre takdir ve tayin etmesi ve bunları zamanı gelince kulun iradesi doğrultusunda yaratmasıdır.

İşte kişi, kendi istek ve iradesi ile yaptığı işlerden sorumludur. Kişinin özgürce iradesini ve tercih hakkını kullanması ise, kendisine sorumluluk ve sonuçlarına katlanma yükümlülüğü getirmektedir. Bunu daha iyi anlayabilmek için, kader hakkında şüphesi olan herkesin sorduğu bir soru üzerinden gidersek: “Madem insanın işleyeceği günahlar, sevaplar, Cennetlik mi Cehennemlik mi olduğu kaderinde yazılıdır, o halde insan yaptıklarından neden sorumlu oluyor? Davranışlarında hür olduğundan nasıl bahsedilebiliyor?”

Yaptığımız ve yapacak olduğumuz her şey kaderimizde vardır. Ama bu durum bizi zorlayıcı, irademizi yönlendirici değildir. “Allah her şeyi bilendir.” (Mücadele, 7) ayetinde belirtildiği gibi Allah’ın geçmişi ve geleceği bilmesiyle yani ilm-i ilahi ile alâkalıdır. Biz daha yaratılmadan, her şeyin ilmine vâkıf olan Rabbimiz hayatımızı en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Ama bunun biliniyor olması irademizin olmadığı anlamına gelmemektedir. Allah ezelî ilmiyle tercihimizi hangi yönde kullanacağımızı bilir ve kaderimizi ona göre yazar. Bunu yazması ve bilmesi müdahale etmesi manasına gelmez. Tabiri caizse Allah, ihtiyarî kaderle ilgili meseleleri, “Şöyle şöyle olacaktır.” diye yazmıştır, “Şöyle şöyle olsun!” diye değil.

İmam Azam rh.a.’in tarifi

İmam Azam Ebu Hanife rh.a. bu hususu Fıkhu’l-Ekber adlı eserinde şöyle izah etmiştir: “Yüce Allah her şeyi yaratmadan önce ezelî ilmiyle bilir. Eşyayı varlık sahasına çıkarmadan önce takdir ve kaza eden de O’dur. Gerek dünyada gerek ahirette her şey O’nun bilmesiyle, dilemesi ve takdir etmesiyle Levh-i Mahfuz’a yazılmıştır. Fakat Levh-i Mahfuz’a yazılması vasıf (olacakları tasvir) suretiyledir; hükmetme cihetiyle değil!”

Fıkhu’l-Ekber şarihi Ebu’l-Münteha, İmam Azam rh.a.’in, “Hüküm suretinde yazmadı, vasıf suretinde yazdı” cümlesini şöyle açıklamaktadır: Yüce Allah Levh-i Mahfuz’da yazılı olanları sebepsiz, mücerred bir hüküm vermek suretiyle yazmadı. Mesela, Ali mümin olsun, Zeyd de kâfir olsun diye yazmadı. Eğer böyle olmuş olsaydı, Ali iman ile zorlanmış Zeyd ise mecburi olarak imansız olacaktı. Fakat yüce Allah öyle hükmetmedi. Levh-i Mahfuz’a şöyle yazdı: Ali, kendi tercih ve seçim ve kudretiyle imanı seçip mümin olacak ve küfrü istemeyecek. Zeyd ise kendi tercih, seçim ve kudretiyle küfrü tercih edip iman etmeyecektir.”

İlahi takdire rıza

Tabii ki kaderin insanın iradesinin dışında gerçekleşen kısmı da vardır. Mesela bir insanın kaza geçirip sakat kalması, bir şeyi yapmayı çok istemesine rağmen kendi iradesi dışında ortaya çıkan bazı engeller sebebiyle onu yapamaması, istemediği halde başına bazı işlerin gelmesi gibi… İnsanlar başlarına gelen veya yaşamak zorunda kaldığı bu tür işlerden sorumlu değildir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kişi başına gelenlerden dolayı kaderine razı olur. Allah’ın kendisini bu şekilde bir sınava tabi tuttuğunu bilir ve çok daha kötü bir duruma düşmediği için Allah’a şükreder.

İşte bu nokta kadere iman ile imansızlığın ayrıldığı noktadır. Zira aynı duruma düşen ve kadere inanmayan bir diğeri ise kadere lanet okuyarak veya “feleğe kahrederek” isyan halinde bunalıma düşebilir.

İnsanların başına gelen musibet ilahi bir imtihan da olabilir: “Yemin olsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz noksanlaştırmak suretiyle imtihan ederiz.” (Bakara, 155)

Yüce Allah, insanları servetleri, ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri, nesepleri, fizyolojik yapıları, engelli veya sağlıklı oluşları açısından değerlendirmez. Onları iman, salih amel, güzel ahlâk, ibadet ve itaatleri veya inkâr, şirk, nifak, isyan ve kötü davranışları, takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir.

“…Allah katında en üstün olanınız en müttaki olanınızdır” (Hucurat, 13) anlamındaki ayet ile “Allah sizin suretlerinize ve servetlerinize bakmaz. Fakat kalplerinize (iman veya inkâr halinize) ve amellerinize bakar.” anlamındaki hadis-i şerif bunun delilidir.

Kaderi tartışmaktan sakınmak

Kader bilgi ve kültür seviyesi ne olursa olsun, insanların tam olarak kavrayıp tartışabilecekleri bir konu değildir. Kaderin gereği gibi anlaşılıp idrak edilemeyeceğini çok iyi bilen Peygamber Efendimiz s.a.v. de, konunun tartışılmasını açık ve kesin bir dille yasaklamıştır. Şöyle ki:

Bir gün kader konusunu tartışmakta olan arkadaşlarını gören Peygamber Efendimiz s.a.v., onlara şöyle çıkışmıştır:

“Siz bununla mı emrolundunuz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu konuda tartışmaya başladıkları zaman helâk oldular.

Bir daha sakın ola ki bu konuda tartışmayasınız.” (Tirmizî, Kader, 1)


Sosyal medya:

 


  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol